Yıllardır dünyadan saklanıyordum; ta ki düşüncesiz bir komşu tek bir gürültüyle çitimi ve huzurumu yerle bir edene kadar. Sonrasında olanlar ne öfkeydi ne de intikam… Hayatımı hiç beklemediğim bir şekilde değiştiren bambaşka bir şeydi.
73 yaşındayım ve son beş yılı neredeyse bir hayalet gibi geçirdim. Gönüllü yalnızlığımın, kendini kanunun üstünde sanan kaba bir komşu tarafından aniden bozulacağını aklıma bile getirmezdim. İşte hikâyem.
Evim, ağaçlı sakin bir banliyö sokağında; her çim özenle biçilidir, her kapıda mevsimlik bir çelenk asılıdır. Buraya, karım ve tek oğlumun öldüğü uçak kazasından sonra taşındım.
Tanınmak da anılmak da istemiyordum. Sadece sessizlik istedim. İlk başta yeni komşularım nezaketen konuşmayı denedi. Ben başımı sallayıp hafifçe gülümsedim, sonra kapımı kapattım ve yıllar o kapının ardında birikti.
Bağ kurmak istemiyordum. Sevip kaybetmek bana fazlasıyla yetmişti; bu beni temkinli yaptı. Başkalarının adlarını bilmek istemedim, kimsenin de benimkini bilmesini istemedim.
Ama hayat, kilitli kapıları bile tuhaf biçimde tekrar aralayabiliyor.
Her şey bir Cuma akşamı başladı. Gökyüzü, günün son pembe tonlarına bürünerek kararıyordu. Papatya çayımı yeni bitirmiş, fincanın sıcaklığını avuçlarımda hissederek pencere kenarındaki koltuğuma kurulmuştum.
Sonra o ses geldi. Korkunç, kulakları sağır eden bir gürültü; ardından gelen tahta ve metalin ezilişi!
O kadar hızlı fırladım ki dizlerim boşalacaktı neredeyse. Arka kapıyı açıp bahçeye koştum.
Ve oradaydı.
Çitim — bu sokaktaki çoğu evden daha eski bir yapı — paramparça olmuştu! Kırık tahtalar çime saçılmış, bazıları çalılara saplanmıştı. Enkazın arasında kıpkırmızı, parıldayan bir Rolls-Royce duruyordu; arka tarafı hâlâ benim arsamın içindeydi.
Sürücü dışarıdaydı; dergi kapağına poz verir gibi kaputa yaslanmış, rahat tavırlı.
Bay Carmichael.
Altı ay kadar önce, üç ev aşağıdaki eve taşınmıştı. Mahalle onun serveti hakkında fısıldaşır, adını oradan bilirdim. Hiç konuşmamıştık ama görmüştüm onu.
Uzun boylu, şık giyimliydi; sanki yere kadar camlı bir gökdelende çalışmalıymış gibi dururdu. Bu sakin banliyö sokağına ait değil gibiydi.
Bana bir sırıtış attı; sanki bütün olanlar bir şakaymış gibi. Öfkeyle kaslarım gerildi.
— Çitimi… paramparça ettiniz! — diye bağırdım; sesim öfke ve inançsızlıktan titriyordu.
Başını yana eğip daha da geniş gülümsedi.
— Ufak bir kaza, Bay Hawthorne, — dedi alayla. — Bu kadar dert etmeyin. Yaşlısınız… benden biraz para mı koparmaya çalışıyorsunuz yoksa?
— Sadaka istemiyorum! — dedim. — Çarpan sizsiniz. Sadece tamir ettirin.
Kısa ve sert bir kahkaha attı.
— Çit mi? Bunu benim yaptığımı kim söyledi? Belki kendiliğinden devrildi. Cidden, ihtiyar, fazla büyütüyorsun.
— Çarptığınızı gördüm! — Yumruklarımı sıktım. Göğsüm öyle daraldı ki zor nefes aldım.
Elini, sileceklerindeki bir yaprağı kovar gibi savurdu. Yaklaşıp alçak sesle söyledi:
— Ve bu arada… o çürük çitine bir kuruş bile ödemeyeceğim.
Sonra Rolls-Royce’un direksiyonuna geçti; motoru bağırtarak sanki yaraya tuz basar gibi yaptı ve uzaklaştı!
Saatlerce orada kalmışım gibi hissettim; aşağılanmıştım. Bacaklarım sızladı ama kımıldayamadım. Kulağımda sözleri dönüp durdu:
“İhtiyar… biraz para mı koparacaksın…”
O gece uyuyamadım. Odadan odaya yürüdüm; oturamayacak kadar öfkeliydim. Ellerim titriyor, pencereden yıkık çite bakıp duruyordum. Bir ara defterimi alıp olanı biteni yazdım.
Sonra sayfaları yırttım. Kim bana inanırdı ki?
Sabah olduğunda bitkindim. Ama arka kapıyı açınca yorgunluğum bir anda uçtu. Olduğum yerde donakaldım.
Çitim tamir edilmişti!
— Tanrım! — dedim, şaşkınlıkla.
Bu bir geçici yama ya da alelacele yapılmış bir iş değildi; baştan aşağı yenilenmişti!
Her tahta kusursuz hizalanmıştı. Direkler değişmiş ve güçlendirilmişti. Dip boyunca, gündüz ışığında bile hafifçe parıldayan küçük güneş enerjili bahçe heykelcikleri dizilmişti; sanki özellikle benim için konmuş gibiydiler. Bahçenin uzak köşesinde iki sandalyeli küçük beyaz bir çay masası duruyordu!
Sanki uyanmaktan korkar gibi yavaşça bahçeye çıktım. Yeni ağacı okşar gibi elimi tahtada gezdirdim. Gerçekti!
Çay masasına yaklaşınca bir zarf fark ettim.
Sandalyenin üzerinde, ışıldayan heykelciklerden biriyle ağırlık yapılmıştı. Üzerinde adım, özenli bir el yazısıyla yazılıydı.
İçinde bir miktar para ve bir not vardı.
“Bay Hawthorne, bunu dilediğiniz gibi kullanın. Sakin akşamları hak ediyorsunuz. Sizin için bunların olmasını sağlayan biri var.”
Şaşkınlıkla oturdum.
Kim yapmıştı? Bay Carmichael olamazdı. Kendi çıkarı yoksa parmağını kıpırdatmaz o.
Notu çevirip durdum; sanki cevaplar arka yüzde belirecekmiş gibi. Komşuların kapısını çalmayı düşündüm ama yılların sessizliği bunu imkânsız kılıyordu.
Onun yerine bekledim. Patio kenarındaki pembe gülü suladım. Yeni çitin dibinde oturup ılık sonbahar havasını dinledim. O sırada kapı çaldı.
Öğleden sonra iki polis geldi.
— Bay Hawthorne? — biri nazikçe sordu. — Sadece kontrol etmek istedik. Mülkünüzde hasar olduğunu duyduk.
Göz kırptım, şaşkındım.
— Şimdi her şey tamir edildi, — dedim. — Ama evet, hasar vardı. Çit. Dün akşam.
— Biliyoruz, — dedi ikinci memur. — Kayıtlara baktık. Yalnız onarımın içinize sinip sinmediğini görmek istedik.
— Kayıtlar mı? — Kalbim hızlandı.
İlki başını salladı.
— Komşunuz olayı telefonuyla kaydetmiş. Bay Carmichael geri geri gelirken çitinize çarpıyor. Görüntülerde arabadan inip sizinle alay ettiği ve sonra da uzaklaştığı görülüyor.
— Kim… kim çekmiş?
— Yan komşunuz Graham. Solunuzdaki mavi evde yaşıyor.
Kaşlarımı çattım. Zor hatırlıyordum. Yıllardır gidip gelen bir adam ve bir çocuk görmüştüm ama isimlerini hiç bilmemiştim.
— Kendi bahçesindeymiş, — diye devam etti memur, — üçayak kuruyormuş. Serbest çalışan bir görüntücü; doğa time-lapse’leri çekiyor. Her şeyi tesadüfen kaydetmiş, ancak gece geç fark etmiş.
— Ve… çiti o mu yaptı?
— Evet efendim. Carmichael’in ödediği tazminatı aldıktan sonra tüm çiti yeniledi. Sizi zor durumda bırakmak istemedi. Mahremiyetinize saygı duyduğunu söyledi.
Boğazım düğümlendi. Konuşacak söz bulamadım.
— Carmichael’in aracı çekildi, — dedi ikinci memur. — Mülke zarar verdiği için ceza kesildi; komşunuz kanıt sundu. Sadece bilmek isteyebileceğinizi düşündük.
Onlar ayrılırken kısık sesle:
— Teşekkür ederim, — dedim.
Şapkalarını çıkarıp patikadan uzaklaştılar.
Uzun süre zarfı elimde tutup notu tekrar tekrar okudum.
O gece çay masasının yanında oturdum; zarf dizlerimin üzerindeydi. Parmaklarım yeni tahta boyunca geziniyor, ılık esinti bahçeyi dalgalandırıyordu. Güneş heykelcikleri yanmaya başladı — sanki donmuş ateşböcekleri gibi titreşen küçük ışıklar. Yan taraftaki mavi eve baktım.
Graham.
Bu isim bana yabancı geliyordu; oysa yıllardır yan yana yaşıyorduk. Ona hiç “merhaba” dedim mi? El salladım mı? Yavaşça suçluluk kapladı içimi. Beni en kötü anımda — aşağılanmış ve öfkeli — görmüş, kenarda durmak yerine doğru olanı yapmıştı.
Sadece şikâyet etmekle kalmamış, durumu sessizce ve hayırhah bir şekilde düzeltmişti.
Bunu görmezden gelemezdim.
Ertesi sabah cesaretimi toplayıp kapısını çaldım. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Kelimeler zihnimde dolaşıp durdu.
Kapı açıldı. Soluk bir gömlek içinde, elinde mısır gevreği kasesiyle Graham duruyordu. Bir an şaşırdı, sonra nazikçe gülümsedi.
— Bay Hawthorne, — dedi. — Günaydın.
— Günaydın, — dedim, boğazımı temizleyerek. — Sizinle konuşabilir miyim?
— Elbette, — dedi, kenara çekildi.
Bacaklarının arasından bakan küçük bir oğlan gördüm. Altı yaşlarında olmalıydı; yumuşak yüz hatları, kocaman gözler ve açık kahverengi bukleler.
— Bu Henry, — dedi Graham. — Oğlum.
Henry el salladı.
— Merhaba, Henry, — diye gülümsedim.
Graham kasesini masaya bırakıp beni salona buyur etti. Kanepenin ucuna oturdum; huzursuzca kıpırdandım.
— Size, basit bir “teşekkür ederim”den fazlasını borçluyum, — dedim sonunda. — Çit, para, kayıt — hepsi için. Nereden başlayacağımı bile bilmiyorum.
— Bana bir şey borçlu değilsiniz, — dedi. — Herkesin yapması gerekeni yaptım sadece.
— Mesele şu, — dedim, — başkası yapmadı.
Gözlerini indirdi, başını salladı.
— Çok şey yaşamışsınız, değil mi?
Derin bir iç çektim.
— Ailemi kaybettiğim o trajediden sonra, — yavaşça konuştum, — insanlarla konuşmayı bıraktım. Hiçbir şey hissetmek istemedim… Fazlaydı. Sonra o adam çitimi yıktı; beni küçük ve değersiz hissettirdi. Sanki artık var değilmişim gibi.
— Değerlisiniz, — dedi Graham. — Bu yüzden çiti gündüz görmeyesiniz diye gece vakti yaptım. O görüntü zihninize kazınsın istemedim.
Sözsüz baktım.
— Bilirsiniz, — diye sürdürdü, — eşim… Henry doğarken öldüğünde toparlanamayacağımı sandım. Ben de içime kapandım. Ama Henry bana muhtaçtı. Sonra bir gün anladım ki, dışarıda başka biri de bana ihtiyaç duyuyor olabilir. Sizin gibi biri.
— Şey, — dedi Graham, — bahçenize koyduğum heykelcikleri Henry seçti. Işığı sever. “Gece canavarlarını” kaçırdığını söyler.
Kısık bir kahkaha attım; sanki eski boya çatırdaması gibi bir sesle.
— Bir ara bize gelir misiniz? — diye sordum. — Çaya. Uzun zamandır misafir ağırlamadım ama sanki masamız misafire hazır.
Graham gülümsedi.
— Memnuniyetle.
O günden sonra çok şey değişti.
Küçükten başladık. Önce çit üzerinden laflıyorduk. Sonra küçük anları paylaştık — o bana Henry’nin çizimlerini gösterdi, ben meşemde yuva yapan kuşları anlattım.
Zamanla, bahçede birlikte çay içer olduk. Henry, güneş heykelciklerinden birini masaya getirirdi. Işıldayan siluetin üzerinde parmağını gezdirişini izlerdim. Buranın “büyülü bir yer” olduğunu söylerdi.
Belki de öyleydi.
Heykelcikleri yere koyarken takılmasın diye ona yardım eder oldum.
Bir gün, ılık elmalı şıra içerken Henry bir kitapla koştu geldi.
— Bay Hawthorne, bana okur musunuz?
Duraksadım. Çocuklara yıllardır okumamıştım. Ama yanıma sokulup sabırsız gözlerle bakınca kitabı açtım ve okumaya başladım.
Sonra bu bizim küçük geleneğimiz oldu. Ben ona okurum; o da ejderhaları, ışıldayan kurbağaları ve konuşabilen roketleri anlatır. Graham, Henry’nin Down sendromu olduğunu ve okumanın dünyayla iletişimine yardımcı olduğunu söyledi.
— Eğer faydası oluyorsa, — dedim, — her gün okurum.
— Zaten okuyorsunuz, — dedi Graham. — Düşündüğünüzden daha çok.
Haftalar geçtikçe bağımız güçlendi. Henry’nin yedinci doğum gününü birlikte kutladık; benim de onunki gibi kâğıt taç takmamı istedi. Onların bahçesine ayçiçeği diktik; Graham da verandama yeni bir kuş yemliği takmama yardım etti.
Komşular fark etmeye başladı. Yanımdan geçerken el sallıyorlardı. Hatta bazıları durup hal-hatır soruyordu. Başta, uzun uykudan uyanmışım gibi garipti; ama içimde yıllardır yükselttiğim duvarlar yavaş yavaş yıkıldı.
Bir akşam tek başıma bahçede oturuyordum. Hava serindi, gökyüzü turuncuya çalıyordu. Henry erken yatmıştı; Graham geç bir video projesini bitiriyordu.
Işık saçan heykelciklere, sağlam çite ve her şeyin başladığı o küçük masaya baktım. Kalbim doluydu.
O anda anladım — artık yalnız değildim. Birisi dünyasından bir parçayı bana emanet etmişti ve ben de aynı şekilde karşılık verme şansı bulmuştum.
Bazen Bay Carmichael’ı hatırlıyorum: o kendinden menkul sırıtışı, sert takım elbisesi ve son sözleri.
— O eski, çürük çitin için bir kuruş bile ödemem.
Sonra, ışıkla yıkanmış, kahkahayla dolu, dimdik duran çitime bakıyorum. Onu mecbur olduğu için değil, öyle seçtiği için onaran Graham’ı düşünüyorum.
Ve Henry’yi — farkında olmadan hayatıma sevinci geri getiren o çocuğu.
Gülümsüyorum.
Anladım ki iyilik her zaman gürültüyle gelmez. Bazen yan kapıdan süzülür; kırık bir çiti onarır, yıldızların altına küçük bir çay masası bırakır. Benim yaşımda bile hayatın hâlâ şaşırtabileceğini öğrendim.
O akşam içeri girmeden önce çay masasının yanına diz çöküp küçük bir gül fidesi diktim. Tomurcukları yeni yeni kabarıyordu — narin ve umut dolu. Yüksek sesle hiçbir şey demedim; sadece Graham’ın fark edip anlayacağını umut ettim.
Onun sessiz cesareti, insanların çoktan geride kaldığını sanan birinin hayatını değiştirdi.
Bazen her şey, bir kaza, zalim bir komşu ve yıkık bir çitle başlar.
Ve bazen, sıcak bir çocuk sarılışı ve yeniden inşa edilen güzel bir şeyin ışığıyla biter.
